Deniz Aktaş, (Küratör: Duygu Demir) Tesadüfi Bir Kronolojinin 76 Parçası

26/02/2022 - 09/04/2022

.artSümer - Piyalepaşa Bulvarı

Deniz bana Avusturyalı ünlü yönetmen Michael Haneke’nin 1994 tarihli filmi “Tesadüfi Bir Kronoloji’nin 71 Parçası”ndan bahsettiğinde, utanarak izlemediğimi itiraf ettim. Tabii aynı anda hemen izlemem gerektiğini ve filmin yönetmeni Haneke olduğu için de izlerken zorlanacağımı da idrak ettim. Son iki senedir hayatın kendisi (kişisel ya da kolektif) o kadar filme yakın ki, yaşamı olduğu gibi gösteren, bu yüzden de kalbimi buran filmlere olan toleransım düşmüş, onlardan kaçmıştım. Kısacası MUBI izlemeyi dayanılmaz bulmaya başlamış, kendimi Netflix dizilerinin sıcak kollarına bırakmıştım. Hayatın hakkaniyetsizliğini yüzüme vuran her şey normalde olduğundan daha fazla canımı acıtmaya, çaresiz hissettirmeye başlamıştı. İnsanın ne kadar komplike bir varlık olduğu, sevgi ve şiddet için kapasitemizin açıklanamaz eşzamanlılığı, her şeyi kontrol altında tutabildiğimiz inancıyla sürdürdüğümüz hayatlarımızı aslında çoğunlukla göremediğimiz mekanizma ve sistemlerin, koşullanmaların şekillendirmesi gibi “büyük” konuları düşünmek istemiyordum. İnsan doğasının karanlık yanlarını düşündüren her şeyden köşe bucak kaçıyordum. Ama Deniz’in sergiyle ilgili çağrışımını anlamak için filmi izlemek farz olmuştu. Haneke’yle temaşa artık bu kaçışa dur demek olacaktı, biliyordum.

Filmde Romanya’da kaçıp bir kamyonetin arkasında gizlice Avusturya’ya giren bir çocuk, üniversiteye giden, obsesif bir şekilde pinpon oynayan üniversite öğrencisi bir genç adam, yeni bebekli dar gelirli bir çift, çocuk evlat edinmeye çalışan başka bir karı-koca ve yetişkin kızıyla iletişim kurma çabalarında başarısız olduğunu gördüğümüz yaşlı bir adamın hayatlarından 71 parça izliyoruz. Bu karakterlerin hayatları ne zaman kesişecek derken araya giren televizyon ekranı sahnelerinde Bosna’daki savaşla Michael Jackson’ın tacizle suçlandığı haberlere aynı sürenin verildiğini kendi hayatımızdan da tanıdık gelen gündelik absürtlüğün kabullenilmişliğiyle izliyoruz. Bir yandan da seziyoruz, bu Romanya’dan gelen çocukla Balkanlar’daki sosyalist düzenin yıkılması arasında bir bağ var, aile kurmaya çalışan çiftle yeni aile babası güvenlik görevlisinin dualarındaki suçluluk hissi ya da yetişkin çocuğuyla diyaloglarında lafı uzatıp aslında bir şey söylemeyen yaşlı adamla noel için annesini ziyaret etmeyi planlayan üniversite öğrencisinin (ki daha sonra bir sinir krizi eşiğinde olduğunu öğreniyoruz) telefon konuşmasında hissedip de dile getiremedikleri iç sıkıntıları arasında izdüşümsel bir ilişki var. Filmin başındaki anlamsız vahşet sahnesinin filmin sonunda bu karakterleri de bir araya getiren ve çoğunun ölümüyle sonlanan intiharlı silahlı saldırı olayını gösterdiğinin farkına vardığımızdaysa bu vahşete dair hiç de yeni bir kavrayış edinmediğimizi, o şiddeti anlamlandırabilecek yeni bir öngörüye sahip olmadığımızı farkediyoruz. Düşünme kapasitemize rağmen düşünmemeyi seçtiklerimiz, burjuva hayatlarımızın güvenli mesafesinden izlediğimiz haberler, umutlarımız tamamen yok olmasın diye görmezden geldiklerimiz arasında ne kadar bilinçaltına itelesek de koparamadığımız bağlar var. Vahşet ve iyi niyet hayatın rastlantısallığı içinde birbirinin içinde eriyor. Haneke’nin sinir bozucu ve huzursuzluk verici gerçekçiliği tam da böyle bir yerden geliyor. Bu yüzden ondan kaçınmak istedim.

Filmi iki geceye yayarak ve bir sürü bahaneyle kısa aralar verip ekranın başından ikide bir kalkarak ancak bitirdim. Sonra şunu düşündüm: Deniz’in fotoğraf makinesi veya video kameraya sarılmaktansa kağıt başında karakalem ve stiloyla kendine yaptığı da tam böyle bir şey; ama tabii ki benim uzun metrajlı bir filmi bunalarak izlememin çok ötesinde, varoluşsal ve uzun soluklu bir kendini zorlama eylemi. Onun tanıklığı olanları parmakla göstermekten, ya da kendine veya başkasına parmak sallamaktansa gördüklerini hem bedeninden hem bünyesinden geçirerek tekrarlamak üzerine kurulu. Travmatik olayların bazen kişinin bünyesine işlediği ve silkinmesi zor tekrar dürtüsü gibi. Deniz’in çizimleri, tanık olunan dehşetengiz olayların görüntülerini, izlerini çizgi çizgi, bütün gölgeleriyle yeniden inşa ederek yıkılanı kavramak için yapılan, kasıtlı bir tekrarlama eylemi. Deniz sadece gördüklerini ve şahitliklerini temsille tekrarlamıyor, sonra bazen bu temsiller de kendilerini tekrarlıyorlar. Haneke’nin 71 sahnesine karşılık bu sergide Deniz’in 76 çizimi var. Olan ve olmayanları Haneke gibi soğukkanlılıkla görmek ve göstermek aslında onlardan uzak olmak, etkilenmemek, objektif olabilmek ya da her şeyi neden-sonuç ilişkisi içinde anlamlandırabilmek demek değil. Tam tersine Haneke’nin yaşadıklarımızı kavramak için ısrarla bakmaya ve aktörlerin canlandırmaların üzerinden insan doğasının spektrumunu hazmetmeye ve izleyenlere hazmettirmeye çalışması neyse, Deniz’in meditatif, detaycı, deli işi çizim süreci de böyle bir şey.

Gelelim önümüze sergi formatında sıralanmış başka bir tesadüfi kronolojinin 76 parçasına. Bizleri içeri girmekten alıkoymaya çalışan kum torbaları, inşaat hafriyatı mı, yoksa bir barikat mı? Şehirde yürürken karşılaşmaya alıştığımız ama her seferinde gene irkildiğimiz ölü kuşlar, anlamsız bir karşılaşma mı, yoksa bir çeşit alamet mi? Yerçekiminden muaf bir kepenk, sonu gelmeyen bir sokak, kapalı bir bahçe kapısı, bir kaya, ya da sıralanmış tanklar. Artarda sıralanmış bu objeler, manzaralar, kuşlar izleyenin bünyesine sızdıkları bir sonraki tekrarlarında ne tür tanıklıklara gebeler? Bunlar birer rüya, bir kabus ya da henüz çekilmemiş bir filmden sahneler mi? O bir bulut mu yoksa duman mı? Kalıntılarını gördüğümüz araba, eskiyerek hurdaya mı çıkmış, yoksa bir patlamadan geriye kalan mı? Bir insan neden bir mutfak tüpüne bu kadar çok ateş eder ki? Bunlar haber programlarından görüntüler mi? O kazılmış mezar bu diyardan mı yoksa uzakta mı? Bu görüntüler bugünden mi, tarihin sayfalarından mı koparılıp karşımıza yerleştirilmiş? Yoksa geleceğe dair bir öngörüyü mü imliyorlar? Fark eder mi? Etmeli mi? Her şeye rağmen ufuk çizgisini takip edebiliyorsak, gözümüzün kaçabildiği yere beden de gider mi? Görüntüler ekrandan ya da kağıt-kalemden geçince, ya da biz onlara bakmaya kendimizi zorlayınca vicdan rahat eder mi?

Deniz Aktaş’ın artSümer’deki ikinci solo sergisi Tesadüfi Bir Kronolojinin 76 Parçası’nda bizi Umudun Enkazı 3* karşılıyor. Bu engeli aşınca, sanatçının 2019 yılında katıldığı Arter Araştırma Grubu sırasında yaptığı Sessiz serisiyle karşılaşıyoruz. Kuşları takip edince, birbirine ufuk çizgisiyle bağlanan manzaraları izlemeye yöneliyoruz. Sonra Defans’la duvara çarpıyoruz. Biraz sendeleyip, kendimizi Yer Çekimsiz Objeler’in mekânsız mekânında buluyoruz. Onlara bakarken bizi buraya ve bu ana kökleyen düzlem hissi yavaş yavaş kayboluyor ama nereden geldiğini bilmediğimiz bir aşinalık hissi baki kalıyor. Ayaklarımızın altındaki sağlam zemin biz fark etmeden kayıp gidiyor, onlar gibi biz de havada asılı kalıyoruz.

Duygu Demir

* Caspar David Friedrich’in yağlıboya tablosu “Umudun Enkazı”na (1823-24) atıfta bulunan serinin ilk iki resmi 16. İstanbul Bienali Yedinci Kıta’da gösterilmişlerdi.

Sitemize giriş yaparak kişisel verileriniz, site kullanımınızı analiz etmek, sosyal medya özellikleri ve reklamları kişiselleştirmek amacıyla çerezler aracılığıyla işlenmektedir. Detaylı bilgi için Çerez Politikası Metni’ni okuyabilirsiniz. Anladım butonuna tıklayarak açık rıza beyanında bulunmuş olursunuz.