Gözde İlkin, (Küratör: Duygu Demir) Emanet Zemin

14/09/2022 - 12/11/2022

.artSümer

“Dünya, hareket halinde bir düğüm. Biyolojik ve kültürel determinizm, yanlış konumlandırılmış bir somutluğun örnekleri- birincisi, “doğa” ve “kültür” gibi geçici ve yerel kategorik soyutlamaları kabul etme ve ikincisi, güçlü sonuçları önceden var olan temeller sanma hatası. Önceden oluşturulmuş özneler ve nesneler ve tekil kaynaklar, bütünsel aktörler veya nihai amaçlar yok.”

Donna Haraway,
The Companion Species Manifesto
[Yoldaş Tür Manifestosu], 2012

2022 baharındaki tanışmamızın öncesinde Gözde İlkin’in pratiğinin sıradan bir takipçisiydim. Onun önce kendi evinin, sonra başkalarının da evlerinin hatıralarını taşıyan kumaşların üzerine yerleştiğini biliyordum. Sergilerde karşıma çıkan bu kumaş yüzeylerde başları ten rengi boğumsu formlarla birleşen figürlerin hepimizin ev ve aile hallerindeki bazen ortak, bazen benzer, bazen sadece uzaktan tanıdık dizilimlere tekabül ettiğini hissediyordum. İlkin’in bu şimdi tanıdık işlerinde kumaşlar dantelleriyle, işlemeleriyle, fisto ve yamaları kadar lekeleriyle de hem konu hem malzemeydi; bu taşınabilir yüzeylerde çeyiz sandıklarında kalmış, çekmecelerin arka köşelerinde sararmış ya da kullanılmaktan üzerinde izler biriktirmiş dokular ev hallerini tam da terk etmeden yeniden işlevleniyor, yüklü yüzeyler halinde o domestik dinamiklerin taşıyıcısı oluyorlardı. Bu kumaşlar günlük kullanımlarından farklı olarak, İlkin’in elinden geçtikten sonra bir şeyleri örtmek, korumak, süslemek ya da ehlileştirmek yerine açığa çıkaran, kendine baktıran, yaranın kabuğunu kaldırırmışçasına savunmasız bırakan düzlemlere dönüşüyorlardı.

Bu kumaşların aileden ve oturma odasından dışarı uzanıp bütün şehre, beraber tanık olduğumuz kentsel değişim ve dönüşümlere işaret eder bir yere evrildiklerini İlkin’den bu yaz yoğunlaşan görüşmelerimizin başında dinledim. Bir evden diğerine geçişler, kayıplar ve değişimler etrafında dönen aile hatıraları kadar, yaşadığımız şehirlerin izlerinin üzerimizde bıraktıkları da kumaşlarda görünür olmuştu onun için bir süre sonra. Bu bir nevi arşiv-yüzeyler sadece sandık lekelerini değil, pas izlerini de barındıran kentsel kayıtlara dönüşmüştü. Sanatçıyla bunları derinlemesine konuşma fırsatını bulduğumuz 2022 yazında, İlkin’in pratiği evden şehre geçişte olduğu gibi, ölçeği çoktan bir kez daha büyütmüş, yeryüzünü ev olarak benimsediği yeni bir yerleşme fikrine doğru zaten ilerlemişlerdi. Sanatçının bu dönemece kadar ürettiği işler eğer yerleşilemeyen ama ilişilen evlere ve şehirlere his ve hatıra enjekte etme çabasıyla üretilen hafıza nesneleriyse, 2019’dan bu yana ürettiği işlerdeki motivasyonun bundan biraz başkalaştığını hızlıca kavradım. Ev değil de yeryüzü kabuğunda hem gezgin hem yerleşik olma hissiyle helalleşme sürecinin parçalarıydı artık İlkin’in kumaşları. 2019’da misafir sanatçı olarak gittiği Fransa’nın Vityr-sur-Seine bölgesindeki Mac-VAL Güncel Sanat Müzesi ve bahçesindeki deneyimi, bölgede ziyaret ettiği diğer bahçeler ve konuştuğu bahçıvanlar onu bitkiler, çatlaklar, taşınan tohumlar, tutunan ve tutunamayan kökler, beklenmedik yerde yeşeren türler ve hikâyelerini de işlerine entegre etmeye kadar götürmüştü. İlkin için kök salmak artık tek yere saplanmak değil, tohumlarını saçtığın her yere aynı zamanda yerleşebilme hissine dönüşmüştü. Kumaşlar artık topladığı bitkilerle renkleniyor, tohumlar, kokular ve dinlediği hikâyeler de bu kumaşlara diktiği ceplere yerleşiyor, bu yeni ritüeller şifa verici özellikleriyle Paris’ten Gwangju’ya kadar uzanabiliyordu. İlkin buluşmalarımızdan birinde bana 2021’de New York’taki Water Mill Center’da ürettiği, dansçı Aslı Bülbül ile işbirliğinin sonucu ortaya çıkan video ve kısa süreli yerleştirmesinin fotoğraflarını gösterdiğinde nabzım biraz daha hızlandı. New York’ta okyanus kıyısında yaptıkları denemelerde vücut bulan “Kumul” karakterinde aslında İlkin’in kumaşla ilk tecrübelerinden olan kostüm çalışmalarına da göz kırptığını, kumaşlarının yüzey olmaktan çıkıp, gözle gezilen iki boyutlu alanlardan öteye geçip izleyene yerleşmeye doğru hareket etmeye başladıklarını sezdim. Kalp atışlarım iyice hızlanmıştı. Konuşmalarımız Emanet Zemin’e doğru şekillenirken kağıtlar ve kumaşlar bitkilerle renklenmeye, dikişler üç boyuta geçmeye, aktörler çoğalmaya başladı.

Emanet Zemin’de de bu kumaşlar aslında her evde olduğu gibi kendi hikâyemizi sahneleyen bir kurguyla karşınızda. Fakat İlkin’in kumaş-objeleri artık sadece seyirlik değiller. Bir kere, sabitlikten vazgeçmişler. Onlar aynı zamanda değişip dönüşebilen bir hikâyenin, başkalarına emanet edilmiş çok yönlü kurguların sahnelenmesi için parçalar şimdi. Gerilmiş yüzey kendini bıraktı ve rahatladı, İlkin’in kumaşları içine yerleşilebilecek, tanımlanabilecek mekânların, temasla kurulabilecek ilişkilerin ve gezilebilecek alanların parçalarına, koreografik objelere dönüştüler. Salınmaya, süzülmeye, giyilmeye ve şekil değiştirmeye başladılar. Bu yüzden Emanet Zemin de seyirlik bir manzara resmi değil, içine girilebilecek, hatta dans edilebilecek, bütün duyularla duyumsanabilecek, dinlenebilecek bir mekân. Beden, hareket ve sonik hafıza da buradaki açık uçlu kurguya dahiller artık.

Gözde İlkin’in artSümer’deki beşinci solo sergisi Emanet Zemin’i bir yandan üç boyuta yayılan, esnetilmiş bir manzara resmi, bir yandan da ses ve hareket için bir sahne olarak hep beraber kurguladık. Ateş, su, toprak ve havadan şamil bu mekân belki içine yerleşilen bir motif, belki de zihnimizde bir mağara. Burası aynı zamanda evsiz taşlara yuva, sürüklenmiş dallara ve dansçılara vardiya, çatlaklara bir dua, dünyanın dört köşesinden yankılanan seslerle sarmalanmış bir rüya.

Emanet Zemin’in mekân kurgusu olasılıklardan sadece biri. Gözde’nin bana, Berke’ye, Aslı’ya, Alara, Umut, Nazlı ve Barış’a emanet ettikleriyle kurguladığımız bu kuytu bana göre Donna Haraway’in tabiriyle birebir eşleşen bir “doğakültür” alanı. Burada dijital, organik, duyusal ve sanal bir aradalar. Japonya’da pişen pilavın sesi elektrik kablolarından geçip mekânda tekrar titreşimlere dönüşüyor, Gözde’nin topladığı dallar ve taşlar kim bilir kimin anneannesinin işlediği çiçek nakışlarıyla kucaklanıyor, kumaşlar su gibi akıyor, taş gibi oturuyor, avokadolar pembeye, lahanalar maviye renk veriyor, jest ve hareketler fosilleşiyor. Burası bazen Gözde’nin şamanlarının bize elverdiği, bazen de bizim birbirimize yaslandığımız daimi bir prova alanı.

Berke Can Özcan’ın Emanet Zemin için yarattığı akustik ortam, dört kanalda dört sesin birleşmesiyle oluşuyor. Mekânın girişinde hava sirkülasyonunun merhametine bırakılmış ahşap kuş-balığın murmurunu bazen duyuyoruz, bazen de unutuyoruz. Ritmik, akustik ve armonik olarak ayrılmış, aynı sırayla toprak, su ve kora tekabül eden diğer kanallar ise sabitlenmiş dalgalar; ama suyun gezinmesi gibi onlar da bazen rol değiştirip mekânın içinde suyun akışını takip edercesine geziniyorlar. Burada Budist dua makinelerinden bisiklet ziline, böcek, rüzgâr, su, kabuk ve ağaçların kaydedilmiş seslerinden ambülans sirenlerine, deniz radarından Karayipler’de benzin varillerinden yapılan çelik davul seslerine kadar birçok sonik hafıza parçacığı var. Dönüştürülerek kullanılan müzikal kırıntılar sizi geçmişe götürüyor ya da gelecekten haber taşıyor olabilirler. Emanet Zemin’in seslerinin gündüzden geceye evrilen ve tekrar gün aymadan bir düzlüğe varan bir başı ve sonu olsa ve er geç mağaranın en dibine sakladığımız Sema Kaygusuz’un fısıltılarına varsa da, sizin gezintinizin günün neresine rastlayacağı, size hangi kuşun serenat yapacağı, ya da karşılaşıp karşılaşmayacağınız meçhul.

Aslı Öztürk, koreografi pratiğinde kullandığı beden-zihin ilişkisini derinleştirme ve performans boyunca duyumlara odaklı kalma stratejilerini Emanet Zemin için hazırladığı koreografiye de uyguladı. Öztürk sergiyi de organize eden ana elementlerden yola çıkarak Hava, Rüzgar, Su, ve Toprak’ı temsil eden dört dansçı için dört bölüm düzenledi. İlkin’in hareket için ürettiği Göbek Bağı, Kabuk ve Doğumlarını Hatırlayanlar işlerindeki formları beden aracılığıyla aktive eden bu akışta maksat her anı paylaşmaya değer kılmak ve hareketli manzaralar üretmek. Performansın son bölümü ise İlkin’in iki boyutlu işleri Göğün Açılması: Uyuyan Tohumların Dansı ve Yerin Açılması: Yas ve Doğum’daki figürleri alıntılayarak onları üç boyuta taşıyor. Bu bölümde Fibonacci sayılarıyla oluşturulmuş bir koreografik düzen ve daha klasik dans formları öne çıkıyor. Öztürk dansçılarla hazırlığı sırasında meditasyon gibi Doğu pratiklerini ve somatik beden çalışmalarını uygulayarak duyumsamayı öne çıkardı: bu hazırlıkların izi performans koreografisinin dışında kalan, sergiye serpiştirilmiş videolarda kendine yer bulan doğaçlamalarda özellikle hissedilebilir. Performansın müzikleri de Berke Can Özcan’a ait; Özcan’ın bir önceki albümü Mountains are Mountains ile Emanet Zemin için ürettiği sesler bu parçalı kompozisyonda birbirleriyle ve Aslı Öztürk’ün koreografisiyle paslaşıyorlar.

Gözde'nin de dediği gibi: "Alışkanlıklar, kemikleşen motifler ile oluşturduğumuz düğümler kırıldığında; tedirginlik veren değişikliklerin gerçekleşmesine izin verdiğimizde, beklenmedik bir yaşam açığa çıkabiliyor. çözüm, bazen hiç aşina olmadığımız bir andan ve yerden gelebiliyor. Emanet Zemin’de gözleri kapatıp rüya görmek, kulak misafiri olmak, hareketlenmek kadar köklenmek de serbest; maksat Gaia’yla temaşa.

Duygu Demir

Emanet Zemin’in farklı noktalarında parçalarına yer verdiğimiz Kökler Konuştukça Çatlaklar Derinleşir işi SAHA Fonu desteği ile 13. Gwangju Bienali için üretilmiştir. İşlerin oluşturulmasına ilham veren Defne Ayas, Natasha Ginwala, Kristztina Hunya ve tüm GB ekibine, ayrıca MAC-VAL Güncel Sanat Müzesi'ne ve kaleme alıp seslendirdiği dua metni için Sema Kaygusuz'a teşekkürler.

Çok yakında...
Sitemize giriş yaparak kişisel verileriniz, site kullanımınızı analiz etmek, sosyal medya özellikleri ve reklamları kişiselleştirmek amacıyla çerezler aracılığıyla işlenmektedir. Detaylı bilgi için Çerez Politikası Metni’ni okuyabilirsiniz. Anladım butonuna tıklayarak açık rıza beyanında bulunmuş olursunuz.